Hakkın Yanında Olmak, Geçici Olanın Değil, Ebedi Olanın Peşinden Gitmek
Zamanın çarkları dönerken, nice saltanatlar kuruldu, nice servetler yığıldı. Saraylar yapıldı, unvanlar verildi; ama hepsi bir gün toz olup savruldu. Geriye kalan neydi? Ne altın, ne para, ne de mevki… Geriye sadece gönüllerde bırakılan iz, sadakatin hatırası, vefanın sessiz yankısı kaldı.
Hayatta insanı yücelten şey; kimin yanında durduğu değil, neyin yanında durduğudur. Hakikatin safında mı, yoksa çıkarların mı hizasında? Çünkü kişi, neyi savunuyorsa onunla anılır. Bir insan, hak bildiği yoldan saparak dünyevi menfaatler uğruna batılı savunursa, zamanla o batılın kölesi haline gelir. Bu, sadece aklın değil, ruhun da esaretidir.
İmam Ali (a.s.) şöyle buyurur:
"Hakkı tanı, hak ehlini tanırsın."
Bu söz, bizim öncelikle ölçümüzü doğru belirlememizi ister. İnsanlar değil, ilkeler esas alınmalıdır. Kimin söylediği değil, neyin söylendiği önemlidir. Çünkü hak, zamana ve ortama göre şekil değiştirmez. Bugün doğru olan, dün de doğruydu; yarın da doğru olmaya devam edecek.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur:
"Doğruluktan ayrılmayın. Çünkü doğruluk insanı iyiliğe, iyilik de cennete götürür."
Bu kutlu söz, doğruluğun yalnızca bir ahlaki erdem değil, aynı zamanda ebedi saadetin yolu olduğunu ortaya koyar. O yüzden, "Hakkı tanı ve hak ile beraber ol." diyen söz, sadece bir öğüt değil, bir hayat rehberidir. Çünkü hak, insana vakar katar, yüreklerine güven; toplumlara huzur getirir.
Emanet, Sadakatin Sessiz Şahidi'dir.
Emanet ise başka bir sınavdır. Emanete sahip çıkmak, sıradan bir görev değil; adeta peygamberlerin yoludur. Bu, sadece bir eşya ya da mal meselesi değil, aynı zamanda insanların güvenini, sevgisini, sadakatini koruma meselesidir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur:
"Emanete riayet etmeyen bizden değildir."
Bu, emanetin ne denli ciddi bir sorumluluk olduğunu göstermektedir. Emanet, ahlaki bir taahhüttür; şerefli ve onurlu insanların mesleğidir.
İmam Ali (a.s.) da şöyle buyurur:
"Emaneti korumak, imanın özüdür."
Yani emanetine sahip çıkmayan bir kişi, imanın özüne de uzak düşmüş demektir.
Sadakat ve Dostluk, Kalıcı Olanın İzinde
İşte bu yüzden, herkes dönüp kendi kalbine sormalıdır.
Hangi sözleri verdim? Kime ne vadettim? Dostlarıma, sevdiklerime, inandığım değerlere olan bağlılığımı sürdürüyor muyum? Yoksa geçici dünya nimetleri uğruna bu değerleri arkamda mı bırakıyorum?
İmam Ali (a.s.) şöyle der:
"Zenginlik, mal çokluğu değil; dost sadakatidir."
Çünkü dostuna yüzünü dönmek, aslında kendine dönmektir. Dostluk, çıkarın değil, sadakatin ürünüdür. Kalıcı olan sevgidir, derin olandır, menfaatin ötesine geçendir.
Bugün kaybedilen bazı mücadeleler, aslında şeytanın aldatıcı oyunları olabilir. Ama hakka sırt dönmeden verilen mücadele, ahiret terazisinde altın değerindedir. Bu dünya bir imtihan sahasıdır; bu yüzden gözlerimizle değil, kalbimizle de görmeyi öğrenmeliyiz.
Güneşe Yakın Yürüyenler
Dünyalık peşinde koşarken, ruhumuzu yitirmemek için bir kez daha düşünmeliyiz.
Hakikat nerede, biz neredeyiz? Kaybettiğimiz şey gerçekten değerli mi, yoksa sadece boş bir avuntu mu?
İmam Ali (a.s.) şöyle uyarır:
"Hakkı bırakıp batılın peşinden giden, sonunda hem dünyasını hem ahiretini kaybeder."
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:
"Kim bir zulmü görür ve onu değiştirmek için elinden bir şey gelmezse, diliyle karşı çıksın; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir."
Bu bize gösteriyor ki, sadece eylemlerimiz değil, duruşumuz da kıymetlidir. Sessiz bir tavır, yerinde bir duruş, bazen binlerce kelimeden daha etkilidir.
Unutmayalım:
"Gölgesi uzun olanlar, güneşe yakın yürüyenlerdir."
Hakikate yakın duranlar, kalıcı bir iz bırakırlar. Ve o iz, bir gün geldiğinde sadece insanların değil, meleklerin şahitliğinde de karşılık bulur. Makaleme son vermeden önce, önemli olan şu noktaya değinelim. Allah rızasının olmadığı hiçbir işin değeri yoktur. Üstelik bu, insanı değersiz yapar. Ayrıca Allah'ın gazabına sebep olur.
Müminde esas olan, Allah için sevmek, Allah için buğzetmek ve Allah için hüküm vermek düsturuna sahip olmaktır. Yani sevmesi de nefret etmesi de hüküm vermesi de Allah rızasına dayanmalıdır. Aksi takdirde adalet gerçekleşemez, toplumda fitne ve huzursuzluk meydana gelir. Bu nedenle söz ve davranışlarımızda, ibadetlerimizde Allah rızası esas alınmalıdır.
İnsan bazen, Allah'ın rızasına karşı, nefsin veya başka insanların rızasına göre hareket edebilir. İradesini dünyevi maslahatlar için yanlışa kullanabilir. Bunlar, her ne kadar zahiren kazanmış gibi görünse de netice itibarıyla kaybederler. Bu konuda Allah Resulü aleyhisselatü vesselam insanı şöyle uyarıyor:
"Kim insanların rızasına karşı (insanlar gücense bile) Allah'ın rızasını gözetirse, insanlardan gelen sıkıntılara karşı Allah onu korur. Kim de Allah'ın rızasına karşı insanların rızasını gözetirse, Allah, o insanları ona musallat eder. "Onların insafına bırakır". (Tirmizi, Zühd, 64)