Yıllardır kamuoyunun gündeminde olan ve tartışmaları bitmeyen bir proje var: Kanal İstanbul. Kimileri bunu "çılgın proje" olarak alkışlıyor, kimileri ise "felaketin kapısı" olarak nitelendiriyor. Peki, biz gerçekten neye karar veriyoruz? Bir su yoluna mı, yoksa su gibi akıp gidecek kaynaklarımızın yönüne mi?
Proje ilk açıklandığında yaratacağı ekonomik canlanmadan, yeni şehir planlamalarına kadar pek çok olumlu yan vurgulandı. Ancak aradan geçen yıllar, bize şunu gösterdi: Bu proje sadece bir mühendislik meselesi değil; aynı zamanda bir ekoloji, ekonomi, diplomasi ve toplumsal öncelikler meselesi.
Kanal İstanbul'un teknik boyutu elbette önemli. Ancak bundan daha önemli olan, bu projenin hangi ihtiyaçtan doğduğu ve kim için yapıldığı sorusudur. Boğaz'daki gemi trafiği gerekçe gösteriliyor. Ancak mevcut verilere baktığımızda bu trafiğin yıllar içinde zaten azaldığını görüyoruz. Yani sorun büyümüyor, aksine küçülüyor. O halde çözüm neden devasa hale geliyor?
İkinci olarak, çevresel etkiler… Projenin geçeceği güzergâh, İstanbul'un su havzalarını, ekosistemlerini ve tarım arazilerini etkiliyor. İklim krizinin kapımızda olduğu bir çağda, su kaynaklarını riske atmak, bugünün değil, yarının yaşanabilirliğini tehlikeye sokmak demek. Bu noktada sorulması gereken şey şu: Milyarlarca dolarlık yatırım, birkaç inşaat firması dışında kimin yaşamını iyileştirecek?
Kanal İstanbul aynı zamanda Montrö Sözleşmesi gibi diplomatik dengeleri de tartışmaya açıyor. Bugüne kadar Türkiye'ye stratejik avantaj sağlayan bu sözleşmenin geleceği belirsiz hale geliyor. Bir iç su yolunun, uluslararası krizlerin kapısını aralaması, sadece teknik değil, diplomatik bir risk.
Son olarak, projenin maliyeti… Ekonomik sıkıntıların derinleştiği, genç işsizliğin arttığı, enflasyonun halkın belini büktüğü bir dönemde, yüz milyarlarca liralık bir bütçeyi bu projeye ayırmak ne kadar gerçekçi? Hastane, okul, tarım, teknoloji gibi kalıcı getiriler sağlayabilecek yatırımlar dururken, böyle bir "gösteri projesi"ne öncelik vermek, kamusal aklın değil, siyasi ihtirasların ürünü gibi duruyor.
Elbette Türkiye büyüsün, gelişsin, vizyoner projelere imza atsın. Ama gelişmenin ölçüsü beton dökülen metrekare değil; halkın refahı, doğanın sağlığı ve geleceğe olan güvenidir.
Kanal İstanbul, bir proje değil; bir tercih meselesidir. Ve belki de artık sormamız gereken soru şudur: Biz İstanbul'u kanalize mi edeceğiz, yoksa aklımızı mı?