Tarihin tozlu raflarında adını gizlemeye çalışan nice gönül ehli vardır ki, onlar zamana sığmaz, kitaplara sığmaz. Her çağda başka bir dervişin yüreğinde yeniden doğar, her nesilde başka bir arayıcının sorularına cevap olur. Şeyh Şiblî de işte bu isimlerden biridir. Onun hayatı bir yandan aşkın coşkun bir nehrine kendini bırakmak, diğer yandan o nehrin içinde yanmayı göze almakla ilgilidir.
Vezirlik'ten Dervişliğe Saldı Gönlünü
Asıl adı Ebu Bekir b. Cehdar el-Şiblî olan bu kudretli sufi, miladi 861 yılında Bağdat'ta dünyaya gelir. Genç yaşta dönemin önemli siyasi kişilerinden biri olur.
Abbasi halifesi Mu'tazıd'ın yanında vezirlik görevine kadar yükselir. Saray, ihtişam, güç, iktidar… Şiblî bunların hepsine sahipti. Ama bir boşluk vardı içinde; kalbinde dinmeyen bir yangın, göğsünde cevap bulamayan bir çağrı…
Aşkın Delisi mi, Aklın Ötesinde mi?
Şiblî, sufi geleneğinde "mecnun" bir veli olarak anılır. Onun sözleri ve halleri çoğu zaman aklın sınırlarını zorlar. Bağdat sokaklarında Allah aşkıyla kendinden geçip "Allah!" diye haykırırken halk tarafından deli zannedilip taşlandığı rivayet edilir. Hatta bir dönem tımarhaneye kapatıldığı da anlatılır. Ama sufinin deliliği, mecazın ötesindedir. O, mecazı yırtmış, hakikatin çıplak yüzüne talip olmuştur.
Bugün Şiblî'yi anarken sadece bir mutasavvıfı değil, bir devrimciyi, bir içsel isyanın kahramanını da anarız. Onun mirası, şekillerle yetinmeyen, kalıbın ardındaki manaya ulaşmak isteyen her arayıcıya ışık tutar. O, makamdan geçen, mevkiden vazgeçen ama aşkından asla taviz vermeyen bir yolcudur.